listeye dön

   


                  KİRMİR ÇAYI VE GÜDÜL GEZİSİ ÜZERİNE DERİN(LİKSİZ) BİR YAZI

                                                                             Kazım SAĞLAM

Her nedense yaşadığım mekândan uzun süreli veya günü birlik uzaklaşmak bende tuhaf bir huzursuzluk yaratmıştır. Belki “ ya bir şey olursa.” Kaygısı, belki de yaşadığım mekânda sığınma duygusunun yarattığı güvene yönelik iç huzurun bozulmaması anlamında bir kaygıdır bu. Bu güne kadar oluşturduğum her şeyin alt üst olacağı ve bir daha kendimi toparlayamayacağım endişesidir açığa çıkan. Sonradan: “Ya! Çok iyi olur, bende katılayım.” Dediğim programlarda o gün gelip çattığında kendi kendimi yemeye başlarım. Tembel ve miskin tarafım sürekli: “Gitme. Gidip de ne yapacaksın. Otur oturduğun yerde ve hafta sonunun tadını çıkart.” Derken, içimin bir tarafı da; korkak ve cılız bir sesle ünlemeye çalışır: “Bir denesen, ne çıkar ki denemekten. Hem her hafta aynı miskinlikle oturmuyor musun evde? Düşün yeni yerler; yeni arkadaşlar; temiz ve bol oksijen; çiçek, böcek; dağ, bayır; açık havada dinlenmek; yemek yemek hepside güzel değil mi? Değmez mi sence de?”

Böyle her zamanki gibi kaygılarımla boğuşurken bahara ait güzel bir sabaha uyanıp ve güneşin parıltılarıyla sabahın esintilerine karışan kuş sesleriyle kendimi dışarı attım. Sağlam bir çanta hazırlamıştım. Sanki yıllardır bu tür gezilerin müdavimi olmuş, yıllardır bu tür gezilerin deneyimini olgunlaştırmış uzman bir seyyahtım. Kaygıdan uzak bir iç huzur kuşatmıştı beni. Hazırladığım sırt çantama mı güveniyordum, yoksa içimin o korkak ve cılız tarafının ünlemesini haklı bulmuştum? Belki de kıştan kurtulmuş baharımsı parıltılardı tüm bu duyguları tetikleyen.

Hızla şehrin gürültüsünden uzaklaşıyorduk, bozkırı ve Ankara’nın kıraç topraklarını minibüsün camında seyre dalmıştım. Milyonlarca yıldır bir sürü değişime tanık olmuş, bağrında milyonlarca hayatı barındırmış bu toprakların suskunluğu içime dokunuyordu. Dile gelse kim bilir bize neler anlatacaktı. Onu hoyratça kullanan tek canlı olarak, bizi üstünde barındırmaktan dolayı duyduğu utancı haykıracaktı belki. Belki de: “Ah çocuklar bu duyarlılığı keşke bu hale gelmeden önce gösterseydiniz bana. Böyle kolu kanadı kırık kalmazdım.” Derdi. Ama yinede teşekkür ederdi “ Şükür buna da şükür beni anlayabildiğiniz için. Kendinizin geleceği için, beni değil kendi yaşamlarınızı yok ettiğinizi anlayabildiğiniz için.”

Sabahın mahmurluğu insanların yüzünde çekilip çenelerinin ucundan ayrılırken minibüsün içini de insan sesleri doldurmuştu. Neşeli ve mutlu bir hava esintisini devam ettirirken, yer yer dikili birkaç ağacın veya bir yamaca asılı kalmış tek başına geçmişiyle heybetli bir çamın görüntüsü yolla birlikte kaybolup gidiyordu. Yollar kıvrılıp bükülüp kayıyordu aracın altında. Geri dönüp baksam canavarın ağzından kurtulup, “oh be!” diyerek sere serpe uzandığını görecekmişim gibi hissediyordum. Kızılcahamam Güdül yol tabelası ve uzakta biçimlenen yol ayrımı.

Altımızda uzanmış; kıpırtısız bir çayın yeşiline uygun olmayan bakımsız, cılız ve baharı daha henüz içinde hissetmemiş ve tüm hücreleriyle bahara merhaba dememiş bir toprak ve ağaç toplulukları bulunduğumuz yamaca yer yer yayılmıştı. Rehberimiz dereye doğru akmak için sabırsızlanan insanlara bir şeyler anlatmak için toplanmalarını ve kendisini dinlememizi istiyordu. Yürüyüş güzergâhını, doğaya zarar vermemek için birerli kol halinde yürüyeceğimizi, gezinin amacını: bu gezinin “TÜRKİYE ORMANCILAR DERNEĞİ EKO TURİZM” gurubu tarafından düzenlendiğini, insanlara doğayı tanıtmak, bitki ve canlı türleri hakkında bilgi edinmelerini sağlamak ve aynı zamanda onun korunmasını ve niçin korunması gerektiğinin önemini aktarabilmek için bu tür geziler organize ettiklerini, doğayla baş başa kalmak ve tanımak. Benzeri bir sürü şey anlatıldıktan sonra rehberimiz bize yere nasıl basmamız ve nasıl yürümememiz gerektiğine varanca anlattı.

Gurup hızla tek sıra halinde yokuştan akmaya başladı. Aşağıda yeşilimsi durgun görünümlü akan Kirmir çayı: yer yer çalı öbekleri ve çıkıntıların etkisiyle bir kaybolup bir açığa çıkarak. Önümüz sıra kıvrılarak uzanmaktaydı. Bir anda tek sıra olmaya çalışan insanların oluşturduğu görüntü çayın kenarını kaplamıştı. Önde: az önce bize gezinin amacı ve doğayla ilgili bilgiler aktaran, hatta bununla da yetinmeyip nasıl yürümemiz konusunda da deneyimlerini paylaşan rehberimiz vardı. Çalılıkların arasında takılmamaya çalışarak, çukurlukları ve ya suyun zamanla kollar oluşturduğu sonrada vazgeçip boşladığı hendekleri atlayarak yürüyorduk. Ara sıra suyun genişleyip sığlaştığı yerlerde akışın şakırtılarına güzel ötüşlü kuşların cıvıltıları da karışıp armoni oluşturuyordu. Yan yana yürüdüğümüz birkaç arkadaşla yorumlar bile yapıyorduk kuşlar hakkında.

“ bülbül olsa gerek.”

“ bence sakadır.”

“ hadi oradan karga” bu engin bilgilerin sohbeti içinde yürüyorduk. Biz mi rehberimize yetişmiştik yoksa rehberimiz mi bizi bekliyordu anlamamıştık? Ta ki ayağını burktuğunu öğrenene kadar. Demek ki hayat rehberleri de vuruyormuş. Şimdi onu daha iyi anlamıştım. Evet dikkat etmek gerekiyordu.

Bazen suyun kenarında yer bulmuş genişliklerden geçiyorduk. Toprağın uygun olduğu yerler ekilmişti. Arada bir ses ekinleri çiğnemememizi ünlüyor. İçimizden birileri de tarımsal bilgilerini konuşturarak bunun ekine iyi geleceğini söylüyordu. Bu genişliklerin bazı yerlerinde zaman zaman eğreti bir çardağa ve önünde ki taşlarla çevrilmiş ocağımsı şeyin üzerindeki odun ateşinde isten kararmış çaydanlıklarla karşılaşıyorduk. Bende garip bir yalnızlık ve aynı anda özgürlük duygusunu tetikliyordu bu görüntüler. Doğanın bu ıssız ortalığında suya sırt vermiş çardaklar ve isten kaybolmuş çaydanlıkların yalnızlığıydı bu. Balık tutan birine yorgunluk gidermenin ötesinde keyif verecek olan odun ateşinin üstündeki “pofurdayarak” kaynayan çaydanlıklar.

Çayın yatağı bazı yerlerde kayalıklara sürtünerek akıyor, geçit vermiyordu. Burada; ya çayı karşıya geçip yürüyecektik, ya da kayalıkları aşacaktık. Aştıkta. İlkin dik bir yamaçtan aşağıya indik. İnsanı ürküten bir görüntü, hiç alışkın olmayanlar için hem zor hem de korkmasına sebep olabilecek durumdaydı. Ama gene de gurup burayı inerek ve dar bir burunda birbirine yardım ederek yoluna devam etti. İnsanın zor koşullarda ortaya çıkarttığı dayanışma ruhu bu olsa gerekti. Kimse “aman bana ne” demeden bir arkada gelenin elini tutarak geçmesine yardımcı oluyordu.

İşte böylesi engelleri aşarak suyun rahatladığı ve yatağını yormadan çağıldayarak aktığı bir düzlükte ilk molamızı vermiştik. Her kez tanıdığı arkadaşlarıyla önce gurup oluşturuyor sonrada çantalarındaki yiyecekleri paylaşarak karınlarını doyuruyordu. Guruplar arası sohbet ve laf atmalarsa işin cabasıydı. Bu dinginliğin içinde güneşin parıltılarına boğulmak, o tatlı esintiyle birlikte yudum yudum sıcağı içime sindirmek ruhumu okşuyor ve beni müthiş mutlu kılıyordu. Bu kısa mola ve doğal ortam herkesi rahatlatmıştı. Çevre konusunda oldukça duyarlı olan Fatoş arkadaşımızın getirdiği kapalı kül tablasına sigaralarımız bastıktan sonra hepimiz yeni baştan ayaklanmıştık.

Çalı çırpı, engel, taşlık demeden yürüyorduk. Bazen tatlı bir sohbet, bazen komik bir durum, bazen de suskunluğun içinde yürüyüşümüze devam ediyorduk. Ta ki önümüze tırmanmamız gereken o kayalık çıkana kadar. Bazılarımıza göre zor bir yokuştu. Tek sıra halinde tırmanmaya başlayana kadar. İşte: “zurnanın zırt dediği yer” miydi burası? Diye düşünmeden edemedim. Önceki inişte yükseklik korkusu olanların yaşadığı sıkıntı, burada kendini nasıl gösterecekti. İçimizde bu tür gezilere yeni katılanların seslerini duyar gibi oluyordum. “ bizi öldürmeyi mi düşünüyorlar?” Gibi.

Bu dik bir yamaçtan tırmanıp, tepeden güneşin parıltılarının çayın üstünde oynaşmasını kuş bakışı seyredip, dar ve çalılarla kaplı uzun bir alanı geçtikten sonra taşlık bir tarla döne kıvrıla akan Kirmir çayını önümüze serivermişti. İşte buluşma anı. Suyla hasret giderme, ayaklarımızın yorgunluğunu, çekilen canımızı diriltme anı. Hayat. Sonra ne sunacağını bilemem ama şimdi tamda seni hissetme zamanı. Öyleyse hadi sıva paçaları. Karşı kıyıda: bir lokma ekmek veya birkaç yudum su, bir elma, paylaşılan bir dilim çikolata. tepemizde asılı güneşin sarımsı kokusu, yamacın esintili rüzgar kokusu. Ama illa da derenin karşısında: şu geldiğimiz kıyıda kalan, kalın gövdesiyle ev sahipliği yapan ağacın altındaki kadının odun ateşinde saçta çevirdiği bazlamalar;.mayalanmış ekşi hamur kokusu, pişen ekmek kokusu, toprak ve suyun kokusu….

Tanrım ne bitmez bir yazı oldu böyle. Daha geçtiğimiz asma köprüleri, asfalt yolları, Yeşilöz beldesini, Yesilöz den önce doyasıya su içtiğimiz ihtiyaç gidermek için kuyruk olduğumuz yapay şelaleli yeri. Yeşilöz de ki kahveyi, kurt köpeğini ve delisini….

Bunca güzelliği tek bir kare resmetmeden arkamda bırakmak hiç hoş değildi. Hele yeşilözdeki kahveyi ve anları, çaya susayan insanları resmetmek ne güzel olurdu. Ama; yazmak ta güzel. Beldeye girişte topladıkları yeşillikleri ayıklayan kadınla erkeğe selam vermek Anadolu insanına özgü ikramcılıklarıyla buyur etmeleri, çamurlarından arınmamış birkaç kök tereyi meydandaki çeşmeden incitmeden yıkamayı ve ıtırlı, acımsı tadını duyumsamayı, kokusunu içime sindirmeyi yazmakta güzel.

Yıllar sonra çocukluğuma ait evleri, eski filmlerde çıkmışçasına karşımda duran kahveyi, aylak bir köpeğin gölgesinde yayıldığı bir kök çınarı, kahvenin avlusunda görmek ve bunları izlerken kulağıma dokunan konuşmalar ve ayakta bir görüntü. “Doğal… Kendine özgü… İklimsel… Değişim… spesifik…yeniler..oluşur…” biri konuşuyor beni bu düşün ve çayın keyfinden uzaklaştırmaya çalışırcasına. İlk konuşmayı yapan rehberimiz son konuşmayı da yapıyor konuyu tamamlamak için. Ortalıkta dolaşan deliyi izliyorum. Sevincini, kucağına ve ceplerine doldurduğu ikramlarla mutlu olmuş, oynayıp koşuşturarak gösteriyor. Biz ha bire çay diyoruz. Bizde mutluyuz. .guruptan bazıları mağaraları gezmeye gitmiş hareket etmek için onları bekliyoruz.

Aynı yerde çalıştığım arkadaşımla sohbet ediyorduk. “Dikkat ettin mi?” diyordu “Ne kadar çok özürlü var. Acaba suyundan mı? Ya bir hafta sonra bizde böyle olursak.” diyor. Sonrada “Kötü bir durum, dünyaya bir kez geliyorsun ve bir daha gelme şansın yok. O hakkını da böyle kullanmak zorunda kalıyorsun.” diyor biraz hüzünlenerek. Ben, onu güldürmek için Osman’ dan bahsediyorum. İş yerimizde birlikte çalıştığımız Güdüllü bir arkadaş. Biraz otlakçıdır Osman, daha çokta sigara içmek söz konusu olduğu anlarda. Hiçbir zaman “yak bir tütün” demez. “Ver bir tütün” dür. Şiarı. Bende Güdülün suyunu içtik deli olmasak ta otlakçı oluruz her halde diyorum. Gülüşüyoruz

Bizi ana yola çıkartacak dar kıvrımlı ve ha bire tepelere doğru tırmanan bir yolda Minibüsümüz yüklü bir kamyonun yorgun hırıltılarıyla yokuşa vurmuştu. Yer yer taşlık, yer yerde ekinlerin yeşilliğiyle bezenmiş düzlükleri, tepeleri aşıyorduk. Buraları da kuşatmaya çalışan; doğayı yaşamak adına her türlü döküntüsünü taşıyarak yığınak yapan yazlıkçıların yazlık evlerini de geride bırakıyorduk. Geride bırakıyorduk beyaz badanalı evleriyle ve tarihi konaklarıyla Yeşilöz’den sonra bizi konuk eden Güdülü, küçük ana meydanını “alın gayrı, tadına bakın.” Diye sattığı üvezlerden tatmamızı isteyen satıcıyı, ilce emniyet müdürlüğü binasını, bir çarşıya toplanmış siyasi partilerin tabelalarını, sıralı bakımsız dükkânları, daracık sokakları, tabakhanenin hemen yanında; mayışmış deri kokularıyla sarmallanan kavrulmuş leblebi kokularını, meraklı gözleri, kahvenin önünde tahta sandalyelere yayılmış kavruk insanları, yüzlerindeki yılların güneş yanığını ve güzel başlayıp güzel biten bir geziyi geride bırakıyorduk.

Minibüsümüz döne kıvrıla bizi tepelere doğru taşırken aklımda yeşil özde arkadaşımla yaptığımız konuşma dolaşıyordu. Sabah işbaşı yaptığımda belki günaydın bile demeden, Osman’a ünleyecektim.

“ver bir tütün.”

 

   

ANKARA 2008