|
|
YEDİGÖLLER'E YOLCULUK
Derya KUBALI
Yedigöller’e yolculuk, bir bakıma iç yolculuğu da oldu; gündelik yaşamın
sorunlarını, koşuşturmalarını uzaklarda bırakarak, tüm bağlardan
kurtulmuş olarak, göl suları gibi dingin, göl suları gibi ferah iki gün
yaşadım. İçinde sürekli fırtınalar esen benim gibi birine Yedigöller bir
liman oldu.
Ormancılar Derneğinin düzenlediği gezi televizyon, radyo, gazetelerden
ayrı olarak, doğal yaşama tanık olma olanağını sağlıyor. Cep telefonları
da çalışmadığından bambaşka bir dünyada bulunduğunuz hissinden
alıkonmuyorsunuz.
Ekim’in son günleri... Panoramik yolculuk ayrı bir heyecan veriyor. Hep
birlikte söylenen eski türkülerin tadı bir başka ama yol ezgimiz “Sarı
Gelin”. Safiye’nin duygulu sesi türküleri içinize işliyor türküleri.
Yedigöller’e yaklaştıkça sarı, yeşil, kızıl, kahve sevinç kaplıyor her
yanımı.
Yedigöller adını vadi boyunca yer alan yedi küçük gölden alınıyor.
Göllerin herbirinin ayrı bir adı var: Sazlıgöl, Nazlıgöl, İncegöl,
Büyükgöl, Küçükgöl, Deringöl ve Seringöl. Göller etkileyici
görüntülerinin yanısıra, isimlerinin melodisi, anlamları ile de
belleklerinizde yer ediyor.
Yaklaşık ikibin hektarlık Yedigöller Milli Parkı içinde ikiyüzü aşkın
bitki çeşidiyle olağanüstü bir biyolojik zenginlik sunuyor. Milli
Parklar, doğal yaşamın olduğu gibi korunduğu alanlar ; “in-situ”
(yerinde) koruma politikalarından.
Bir güz yağmuru sonrasının berraklığında, yağmur kokusunun sarhoşluğunda
ulaşıyoruz Yedigöller Milli Parkına. Gökyüzü ağaç dalları ile nakış
nakış işlenmiş. Dalların arasından süzülen güneş ışıgı sevinçle birlikte
hüznü de taşıyor içime. Işık hüzmeleri içinde renklerin danısnı izlemek,
yaprakların arasından sızan güneş ışığının yüreğinizi ısıttığını
hissetmek, aydınlığın getirdiği çoşkuyu duyumsamak ya da gölgelere
sinmiş hüzünlerde yaşamı sorgulamak.
Ormanın derinliklerinde bir-kaleydoskopun
içindeyim;yeşil,sarı,kırmızı,kahverengi, turuncu,mor tonlamaları ile.
Zeynep ORAL dünyayı dolaşan bir gezgin olarak cenneti Yedigöller’de
bulduğunu yazıyor: Sonbahar Cenneti. “Bu cennet ışık.. Ağaç dallarından
süzülen, sularda oynaşan, dağları boyayan, yapraklarda titreten ışık, Bu
cennet renk.. limon sarısı, tütün sarısı.. “Yanıbaşındaki cenneti geç
keşfetmiş olmaktan dolayı kendini asla affetmeyeceğini de ekliyor.
Sonbaharın serinliğindeki orman yürüyüşünde sararan, dökülen yapraklar
saçlarınıza, teninize dokunurken toprağa değmeden önce, bulutlar
ayağınıza dolanıyor. Kurumuş yaprakların çıtırtısından oluşan müziği
dinliyorsunuz. Kayın, gürgen, göknar, meşe, porsuk, kızılağaç, sarıçam,
karaçam, dışbudak, ıhlamur ağaçları, alıç, üvez eğrelti otları....
Rengarenk çiçekler göz kırpıyor zaman zaman.
Kuytularda, gölgeliklerde yeşeren mantarların türlü türlüsü
görüyorsunuz, hatta sadece resimlerden bildiğimiz üzerinde beyaz
benekleri olan şapkalı mantarlarla dahi karşılaşıyoruz. Gözalıcı
renklerinin ölümüne tehdit içerdiğini öğrenmek ise şaşırtıyor.
Gülen Kayalara tırmandıktan sonra, Anıt Ağaç kucaklıyor bizi dörder,
beşer.Kapankaya seyir terasında geyiklerin sesini dinlemeye koyuluyoruz.
Orman yürüyüşünü sürdürürken,Sedat bey her bitkiyi anlatıyor bir yandan.
Ercan bey’in biyoçeşitliliğin korunması üzerine açıklamalarını
dinliyoruz. Yol boyunca doğa tutkunu fotoğraf sanatçılarıyla da karşı
larşıya geliyoruz.
Kıvrıla kıvrıla ilerleyen dere üzerindeki tahta köprüden geçmenin,
yumuşak toprağın ayakların altından kayışının, pınarların şırıştısını
dinlemenin zevkini yaşıyorsunuz. Kamp çadırlarının lekeleri düşüyor
gölün kıyısına, ormanın koyuluklarına.
Nazlıgöl’ün turkuaz yansısında seyrediyorum ormanı, gökyüzünü. Düşle
yaşam birbirine karışıyor... “Yaşadıklarım nerde bitiyor, nerede
başlıyor yaşadıklarım?” diyen yazarı anımsıyorum. Suyun yalınlığında
salınıyor ağaçlar.. Yaşamın çoşkusunu duyuyorum suda kıpırdayan her
yaprakta. Başımı kaldırıyorum. Ormanın soluk alışını, fısıltısını
hissediyorum tek bir canlı gibi. Milyonlarca yıldır süregelen yaşam
savaşının çığlıklarını içinde barındıran ormanın sessizliğini
dinliyorum.
Ağaca incecik dallarıyla bağlı yapraklara bakarak yaşama tutunmaya
çalışan insanların direncini gözönüne getiriyorum. Rüzgarın yaprakları
bambaşka yerlere savuruşu...
Zamanın üzerine düşen ışıklar.. Yüzler geçiyor gözümün önünden, her
milletten, her ırktan. Gözyaşlarının gölü olmalı bu göller.
Günler dökülüyor alaca karanlığın seline. Islak akşamların korkusu
siniyor esmer bakışlı, sarışın sonbaharın saçlarının teline. Bitmeyen
bir özleyiş kor oluyor ormandaki renk yangının külünden. Güneş gökyüzünü
kızıla boyarken bir kıvılcım oluyor ümit, alev alıp sarıyor sararan
yaprağı, solan gülü.
1914 yılında, Türkiye’de ilk örneği kurulan hidroelektrik santralini
geziyoruz. Siyah orman gülleri serpilmiş santralın önüsıra. Sonra mürver
ağaçlarından oluşan tünelden geçiyoruz. Küçük ama hüzünleri derin göller
gibi, çağıltısı çoşkulu minyatür çağlayanlara ulaşıyoruz. Ağaç merdiven
binlerce yıla tanık porsuk ağacına götüryor bizi. Devrilen kütüklerin
üzerinden atlarken, çürüyen yaprakların küflü ıslaklığını bırakıyoruz
ardımızda.
Yanıma bir şiir kitabı alsaydım.
Anlarda yaşanan mutluluk ancak hüzünle karışık tatlı bir sevinç oluyor
geriye bakıldığında. Düşlerden bir yaşam kurmak. Gündüz kuşların sesini
alıyorum, gece yıldızların parıltısını alıyorum yanıma eksikliğini
duyduğum.
Filozof Ernst BLOCH “herkes gelecekte yaşar” demiş, “çünkü çabası bunun
içindir, geçmiş şeyler sadece arkadan gelir ve sahici şimdiki zaman asla
orada değildir”. Dönüşte ise bir orman türküsü dudaklarımda ; “Aman
Ormancı”. Yalız hikayesinin aslını da öğrenmiş olarak. Orman
görevlilerinin yalnız yaşamları geliyor gözümün önüne, bir film
şeridinin kareleri gibi.
Yedigöller Gezisi beni sonbahar tutkunu yapmış ama, her bahar başka
tatlarla başka tutkulara yol açacağından korkuyorum. Kışbaharda kristal,
ilkbaharda yeşil armoni, yazbaharda sevda.
|
|
|