listeye dön

 

Konya-Karapınar-Meke Gölü Gezisi

 2006 yılı ortalarında tesadüfen TODEG’ in gezisine katıldım. O güne kadar doğa gezisinin, hatta bu kadar önemli bir görevi yerine getiren Türkiye Ormancılar Derneği’nin varlığından haberdar değildim. İlk gezimde grup lideri Murat Bey’di. Işık Dağına gitmiştik ve benim yaşamıma açılan bu güzel pencereden güneşin beni bu kadar ısıtacağını, sarıp sarmalayacağını anlamadığım halde çok mutluydum. Bir sonraki gezi için yeni yılı beklemiştim. Artık TODEG’ in internet sayfasının sıkı takipçisiyim. Sizce de doğa sevgisi bağımlılıkların en güzeli değil mi? Geçen zaman içinde TODEG gönüllülerinden doğa, ekolojik düzen ve pek çok konuda bilgiler öğrendim. Yaşamın stresi ve hengâmesinden uzak doğaseverlerle birlikte olmakta son derece keyifli.

Meke Gezisi’ne katılırken her zamanki gibi programı didiklemiştim. Bizi Sinop’ta olduğu gibi cennet bir köşe beklemiyordu ya da İğneada’nın eşsiz ekolojik sistemi, bitki ve hayvan çeşitliliğindeki zenginlik yoktu. TODEG buraya gezi düzenlediğine göre mutlaka görmeye değer bir yerdi.

Gezi sabahı, katılımcı arkadaşlar daha arabaya yerleşirken gezinin son derece keyifli olacağına dair işaretler göze çarpıyordu.

Şehirlerarası yolculuklarımızda yanından sessizce geçtiğimiz Tuz Gölü ilk durağımızdı. Murat Bey’in, pozitif katılımcı olduğumuza inanmadığı için elektriğimizi boşaltmak amacıyla burayı seçtiğini düşünsem de yanılmıştım. Tuzu rafine edilmiş halde tuzluğun içinde ya da poşette görmüştük hep. Göle yaklaşırken yer yer kızıllıklar vardı. Demir oranının yüksekliğinden mi yoksa gölde yaşayabilen sadece tek hücreli bakteriden mi kaynaklanıyordu sebebi bilmiyoruz.  Yaklaştıkça doğal oluşum yerinde, kristalleşmiş tuz tabakasının üzerinde, gezilebilir derece suyla kaplı olduğunu gördük. Küçük bir tereddütten sonra ayakkabılarımızı çıkarıp gölün tadını çıkardık. Gölün büyüklüğü ve beyazlık insana kutuplarda hissini veriyordu. Ayaklar çıplak, su ılık ve etraf bembeyaz. O kadar çok gezmişim ki, kıyafetlerim tuz olmuştu. Hava ne kadar sıcak olursa olsun artık kokmayacağız.J Göl, flamingo ve başka tür kuşlara konaklama, üreme imkânı sağlıyormuş. Türkiye’nin tuz ihtiyacının üçte birini karşılayan Tuz Gölü’nün son yıllarda küçülerek Türkiye’nin 3. büyük gölü olduğunu ve başka bilgileri Sedat Bey’in anlatımıyla öğrendik.

Artık yemek zamanı, hep duyarız kamyoncuların yemek yediği yerde yemekler güzeldir. Tecrübe ediyoruz, söyleyenler haklıymış. Acı Göle yakın bulunan bu yerde molamız veriliyor. Yöreye has bıçakarası denilen, etli ekmeği anımsatan lezzetli yemeğimizi yedikten sonra programa devam ediyoruz.

Karapınar'da bizi bekleyen Musa Amca, çok değerli bir insan. Pek çok özelliğinin yanında aklımda kalan Tema Vakfının üyesi olması ve bu konudaki yoğun çabaları. Musa amca, bölgede yaşayan aile geçmişi ve karakteriyle çok özel bir büyüğünün yanına götürüyor bizleri. 82 yaşındaki gönlü zengin Ahmet Amca eşiyle birlikte kerpiçten yapılmış, damı kamışlarla kaplı, kamış yastık ve örtülerle kaplanmış bu eski harap mekanda yaşamını sürdürüyor. Bizleri sevgiyle karşılayıp, dualarla yolcu ediyor.

Meke Gölüne geçiyoruz. Meke Gölü çok yakın bir tarihte bulunmuş. Volkanik patlamalar sonucu oluşan bu gölde ilk patlamada göl, sonraki dönemlerde ise çevredeki toprak rengi ve yapısından kısmen farklı renkte ve yapıda tepecikler oluşmuş. Gölün suyu ise taba rengiyle estetik bir güzellik katıyor. Oluşumu ve görünümüyle sanırım, dünyada eşsiz bir yer.

Buradan Karapınar Erozyon Sahasına gidiyoruz. Bölgede, volkanik patlamalardan oluşan pek çok tepe ve dağ bulunmakta. Toprağın yapısı yanmış kül, kum gibi. Bitkilerin yetişmesi, ormanın oluşumu, yaşaması için gerekli şartlar yok. Osmanlı Devleti zamanında bu bölgede canlılık olması için insanları yerleşime zorlanmış. Musa amca, çocukluk günlerini anlatırken masal gibi geliyor. Mekânı birebir görmenin ve onu içtenliği karşısında o günlere tül perdenin arkasından bakar gibi oluyoruz. Damlar yöreye özel kamışlarla kaplıymış. Musa Amca anlatıyor: "Öyle güçlü kum fırtınaları olurdu ki, damdaki kamışları söker atardı. Yiyecek bulamazdık, anneler bebeklerini, koyunlar kuzularını emziremezdi. Okuldan eve önümüzü görüp dönemezdik, kaybolurduk. Ekili araziler de bu fırtınalarla zarar görürdü." Murat Bey’den 40 metre yüksekliğinde, 50 metre eninde 240 metre genişliğinde hilal şeklinde kum tepelerinin oluştuğunu öğrendik. 160 bin hektarlık alan vardı ve acil çözüm gerekliydi. 1962 yılında ilgili kurum ve kişiler Türkiye’de eşine az rastlanır çok başarılı bir koordinasyonla proje başlatılıyor. Fiziki ve kültürel tedbirler alınması gerektiği; otlandırma, ağaçlandırma başlıkları altında çalışmalar yürütülüyor. Önce kamışlardan perdeler oluşturuluyor. Yörenin şartlarına uygun ağaçlar seçiliyor. Dikilen ağaçlara tenekelerle kuyudan su taşınıyor. Uzun yıllar ve yoğun çabayla bölge kısmen kurtarılmasına rağmen, yeteri kadar yağmur alamadığı için hala bebek gibi bakıma muhtaç. Proje için yöre halkı, devletle birlikte inanılmaz emek vermişler. Halen sulama ve bakım için 85 geçici işçi görevliymiş. 30 bin hektarı Silahlı Kuvvetler tarafından ağaçlandırma çalışması yapılmış. Bölgede özelikle tuz oranın yüksek olması nedeniyle, damlama sulama yöntemi kullanılıyor.

Erozyonla mücadele edilen bu bölgeye ziyaretimizi bitirip, güneşin rahatsız edici sıcağının azaldığı saatlerde, programa uygun olarak Acı Göl’e gidiyoruz. Suyun tuzlu ve sodalı olması nedeniyle özellikle sivilcelere iyi geliyormuş. Zaman zaman yüzüp birazda sohbet ederek gölün tadını çıkarıp, akşam yemeği için yine aynı mekâna dönüyoruz. Bol seçenekli, sınırsız çayıyla, yemeğimizi tamamlayıp konaklama yerine ulaşıyoruz. Kaptanımız akşam serbest zamanımızda bize yardımcı oluyor, gelmek isteyen arkadaşlarla birlikte şehir merkezini külkedisi misali gece onikiye kadar keşfediyoruz. Prenseslerin çokluğundan mıdır bilinmez arabamız kabağa dönüşmüyor.

Ertesi gün Ereğli’de hamurunun yoğrulup bizzat üretimini kadınların yaptığı gözleme çeşitleri ve sıkmayla kahvaltımızı yapıyoruz. Lezzet karşısında diyet, perhiz rafa kalkıyor. Hem gözlerimiz, hem de karnımız doyana kadar yemeye devam ediyoruz.

Kahvaltıdan sonra at çiftliğine doğru yola çıkıyoruz. Yarış atlarının kampa girdikleri yer olduğunu ve burada da at yetiştiriciliği yapıldığını görevliden öğreniyoruz. Bu asil hayvanların yaşadıkları yeri gördükten sonra koşu yerlerinde ziyaret ediyoruz. İlk anda karşılıklı olarak yabancılık çektiysek de kısa zamanda kaynaşıp birlikte pozlarımızı veriyoruz. Yöreye ait beyaz kirazların tadına bakmayı da ihmal etmiyoruz. Mor havuç, arapkızı elması gibi bölgeye özel meyve-sebzeleri, Türkiye’nin peynir ihtiyacının üçte birinin Ereğli’nin karşıladığını öğreniyoruz.

Son durağımız İvriz kabartması, ivriz çeşme anlamına geliyormuş. Hitit döneminden kalan yaklaşık 4m yüksekliğindeki tarihi kaya kabartmasını inceleyip bu anı fotoğraflamayı ihmal etmiyoruz. Anıtın 50 metre kadar ilerisinden doğup hemen önünden kıvrılarak geçen kaynağı da ziyaret edip, mini yerel pazardan geçerek suyun serinliğinde, ağaçların altında kurulmuş balık lokantasına geçiyoruz. Suyun sesi ve dalgalanarak akan görüntüsüyle, grubun neşesi vaktin nasıl geçtiğini fark ettirmiyor. Gezi planı biraz değiştirerek bu huzurlu, güzel ortamda biraz daha kalmayı yeğliyoruz. Artık dönüş yolundayız. Tüm gezi boyunca Sedat Bey ve diğer arkadaşlarımız türkü ve fıkralarla neşe ve renk katıyorlar. Sedat Bey sadece şarkıları değil ara nağme ve taksimleri de söylemeden geçmiyor.

Sessizce ve hızla akıp giden silik günlerimize inat bu hafta sonunu, güzel anılarla uğurluyoruz bu sefer. Yeni arkadaşlıklar kurup belki de güçlü dostlukların temelini attığımız gezi benim için çok güzel geçti.

Düşündüğümde, beni en çok etkileyen Musa Amcanın yüce gönlü. Yaşadığı yeri terk etmeyip, çetin bir mücadeleyle yıllardır emek vermesi. “Bizim yaşadıklarımızı çocuklarımız yaşamasın, o sıkıntıları çekmesin” diyor. Hep birlikte itinayla büyüttükleri ağaçların hala bize ihtiyacı var. Elimizi bıraktığımızda kaybederiz. Bu emeğe, yarınımıza sahip çıkalım, destekleyelim istiyor. Konya denildiğinde; Mevlana, tandır kebabı ve etli ekmeğiyle zihnimize yer eden bu ili farklı bir pencereden tanıyoruz. Artık Konya denilince ilk aklıma gelen Musa amcam var, kimsenin tanımadığı sessiz kahraman.

Evrende bizler, hayvanlar ve bitkiler bütünüz, onlara verilen zarar aslında kendimizedir. Nasıl kendi eksiklerimizi tamamlamaya, hatalarımızı düzletmeye çalışıyorsak, doğanın eşsiz güzelliğini korumalı, ihtiyacı olduğu yerde destek olmalıyız.

TODEG’ i kuran, bugünlere kadar taşıyan, emeği geçen herkese, gezi boyunca uyum ve pozitif enerjileriyle katkıda bulunan tüm katılımcı arkadaşlarıma, gezi sorumlularımız Murat- Sedat Bey’e ve kaptanımız Mustafa Bey’e çok teşekkür ediyorum.

Bir başka gezide, siz doğaseverlerle buluşmak dileğiyle.

 

Nebahat ARIKAN

08 Haziran 2010

 
 
        ANKARA 2008