listeye dön

 İKİ DOĞA HARİKASI: MEKE GÖLÜ ve MUSA CEYHAN

Yıllar sonra katıldığım en keyifli doğa gezisi, arkadaşım aracılığıyla haberdar olduğum TODEG’ in düzenlediği Meke Gölü gezisi oldu. 25 Haziran Cumartesi sabahı başlayan gezimiz, 26 Haziran Pazar akşamı sona erdi.

 TODEG Grubu’nun gezi sorumlularından Sedat ve Murat Bey’lerin samimi karşılamalarıyla otobüste yerlerimizi aldık. Kısa bir tanışma faslından sonra, günlük yaşamın yüklediği tüm yorgunluğu ve stresi geride bırakacağıma emin olarak çevreyi izlemeye koyuldum. Gezi programının tüm ayrıntılarını bilmiyordum, kendimi sürprizlere hazırlamıştım. 

 İlk durak Tuz Gölü’ydü. Sedat ve Murat Bey’lerin bu göl hakkındaki bilgilendirmeleriyle saat 10.00 gibi Tuz Gölü’ne vardık. Yıllarca gidip geldiğim Mersin karayolu üzerinde, yalnızca uzaktan izlemekle yetindiğim Tuz Gölü ayaklarımın altındaydı. Paçaları sıvayıp ayaklarımı suya soktum, ayaklarımın altında gıcır gıcır tuzları hissediyordum. Bir süre sonra ayaklarım yanmaya başladı. Elimi daldırdım, suyun tadına baktım. Tahminimin ötesindeki tuz oranı müthişti. Gün boyu o tuz tadının yoğunluğunu hissettim, gölden ayrıldım ama göl beni bırakmadı…

 Lut Gölü’nden sonra dünya ikincisi Tuz Gölü’nde verdiğimiz keyifli molanın ardından otobüsümüze dönerek yola koyulduk. Sağlı sollu peşimizi bırakmayan ova, bizi alabildiğine Hasan Dağı’na yönlendiriyordu. Hasan Dağı muhteşemdi. Sedat Bey’in, bu sıradaki dağların hepsinin çağdaş dağ olduğunu özetleyen anlatımından sonra baktım Hasandağı’ na. Zirvesinden aşağılara serpiştirdiği karlarıyla iddiasız ama vakur duruşuyla dile geldi ve Ruhi Su türküsünü okumaya başladı: Gidiyor kalktı göçümüz, gülmez ağlamaz içimiz, insan olmak mı suçumuz Hasandağı insan olmak… Evet, belki de suçumuz insan olmaktı.. “İnsan olmaktı doğa için mücadele eden, insan olmaktı doğanın yanında yer almayan…”

 Hasandağı yol verdi bize, geçtik önünden saygıyla ve sevgiyle…

 Köylerden geçtik. Acaba dedim Haraptar Köyü’ne mi geldik? Şu Şener Şen’in başrolünü oynadığı  meşhur Züğürt Ağa’nın yaşadığı köye.. Evler gerçekten haraptar. Göç vermiş, sadece yaşlı nüfus kalmış köyde. Kil karışımı toprakla kaplanarak özel bir işlemden geçirilmiş dümdüz damlara sahip köy evleri.. Yöre coğrafyası ancak bu tip yerleşime imkân vermiş. TODEG rehberimiz Murat Alan Bey’in köyü imiş, Alan Köyü.. Öğle yemeğimizi burada, sacta pişirilmiş gözleme ve ayranla karşılamayı düşündüklerini, ancak ikramı yapabilecek genç nüfusa sahip olamadıkları için vazgeçmek zorunda kaldıklarını söyledi Murat Bey. Yol kenarında 9 metrelik bir su kuyusu gördük. Eskiden köy halkı bu kuyudan su çekebilmek için kova kova sularla önce kuyuyu dolduruyor, daha sonra ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuyudan su çekiyorlarmış. Çünkü toprağın altında su yok, iklim elvermiyor, yağış yok.. Yol kenarlarında sarı sarı çiçek açmış bir bitki gördük. İlk kez gördüm, adı Sığır Kuyruğu imiş. Sanki minyatür bir palmiye ağacının sarı çiçek açmış hali. Alternatif tıp tedavisinde oldukça tercih edildiğini öğrendiğimiz bu bitkiyi daha sonra pek çok yerde göreceğiz.

 Ve ulaştık saat 1.00 civarı Meke Gölü’ne ev sahipliği yapan Karapınar İlçesine… Malum acıktık ve oturmaktan yorulduk. Yol kenarındaki bir lokantaya oturuyoruz. Bize hazırlanan etli ekmeklerimizi lezzetli ayranı eşliğinde midelerimize indirirken Sedat Bey’in yolculuk sırasında sözünü ettiği yöre insanı Musa Ceyhan Bey ile tanışıyoruz. Yüreği yüzüne yansımış adeta. Gülen gözleriyle ve tüm doğallığıyla anlatıyor kendisini. Yıllardır bir doğa gönüllüsü olarak mücadelesini sürdüren TEMA Vakfı üyesi Musa Bey, Karapınar İlçesini tanıtım amacıyla hazırlanmış birer tanıtım broşürü ve ilçede öğretmenlik yapan Celal Gezici’ nin çektiği fotoğraflardan derlenmiş birer kitapçık dağıtıyor. Çaylarımızı da içtikten sonra tekrar koyuluyoruz yola rehberimiz Musa Bey eşliğinde.

 Ve ve ulaşıyoruz tozlu yollardan sonra Meke Gölü’ne.. Hasan Dağı’nın, bana dokunmayın diyen ihtişamından sonra bir doğa harikasıyla karşılaşıyoruz. İki kez püskürtmüş lavlarını. Birincisinde gölünü oluşturmuş, ikincisinde ise gölün ortasındaki heybetini.. Suyunun rengi, güneş ışınları sayesinde nefis bir görüntü almış, kükürt rengini dışa vurmuş, kırmızımsı olmuş. Alabildiğine dingin.. Çevrenin düzlüğüne inat kaldırmış başını gökyüzüne, meydan okuyor. Oldukça yüksek olmasına rağmen göle hemen iniverirsiniz gibi bir duygu kaplıyor içinizi. Göl, kendisini beyaz bir sınırla çerçeveletmiş, çerçevenin en doğalıyla, tuzla…

 Meke Gölü kıpırtısız duruşuyla uyuyor sanki ama için için kaynadığını da saklayamıyor. Sağıma bakıyorum, gözleri aynı dinginlikte ama kendisi kıpır kıpır, heyecan dolu, çalışkan bir insanla göz göze geliyorum, Musa Ceyhan’la. Anlatıyor, anlatıyor, fotoğraf çekiyor, anlatıyor, fotoğraf çekiyor.. Sığır Kuyrukları yükseliyor ayaklarınızın yanında.

 Asaletiyle yükselen bir Meke Gölü… Emeğiyle canından can katan bir Musa Ceyhan.. Hafızamda netliğini ömür boyu koruyacak bu kare önünde saygıyla eğiliyorum.

 Ayrılıyoruz Meke’ den. Erozyon felâketinin sonuçlarını yerinde görmek üzere yola koyuluyoruz. Obruklar görüyoruz. Yılan Obruğu.. Musa Bey’in dediğine göre içinde yaşayan bir yılan gördükleri için adını buradan almış. Önümüzde koca bir çanak.. Toprak dışa kusmamış, içe kusmuş, çukurlaştırmış kendini Meke Gölü’ne inat.. Erozyon sahası içinde yolumuza devam ediyoruz. Kum tepeciklerini görüyoruz, ağaçlandırılan alanları görüyoruz. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz hep erozyon sahası.

 Musa Bey bilgilendiriyor bizi. Çocukluğundan beri buralara verilen emeği anlatıyor, tenekelerle taşınan suların dikilen ağaçlara nasıl taşındığını anlatıyor, kum fırtınalarını anlatıyor. Gözlerine kum dolan insanların sabırlı ve yılmaz mücadelesini anlatıyor. Sanki gözlerim kumla doluyor, sanki önümüzde su taşıyan emekçi insanlarımızı görüyorum. Yaşamak için doğaya direnen yöre insanının özverisi ve yalın mücadelesi beni çok etkiliyor.

 Sahada bolca yabani iğde ve badem ağaçları görüyoruz. Bu iki ağacın yapraklarının suyu daha tasarruflu kullanmalarından dolayı dayanıklı olduğunu Murat Bey’in açıklamalarından öğreniyoruz. Karaçam türü çam ağaçlarının yoğunluk kazandığı bölgede ise ayaklarınız adeta toprağa değil, kaygan bir kum tabakasına basıyor. Yaşamımda ilk kez böyle Çamlık bir bölge görüyorum. Yerden iki kozalak alıp çantama atıyorum. Kim bilir belki yıllar sonra Karapınar Ormanlık Alanı’ ndan aldığım iki kozalak diye hatırlayacağım onları.

 Verilen bu mücadelede sabrı ve umudu görüyorsunuz. Yöre insanları, topraklarında hak ettikleri bir yaşamı sürebilmek uğruna göç etmemişler, yılmadan uğraşmışlar, didinmişler, küsmemişler, kumlarla boğuşmuşlar ve son 60 yılın direnciyle bugüne gelmişler. Erozyonla mücadeleye devam demişler. İnanıyorum ki bu mücadeleleri, kendilerini yalnız bırakmayan TODEG ile daha da anlam kazanacaktır.

 Güneş yorgunluğunu hissettirmeye başlıyor, akşam oluyor. Öğle yemeği için mola verdiğimiz lokantamıza dönüyoruz. Bir yorgunluk çayından sonra kalkıyoruz, aşağıda bizi bekleyen Acı Göl’e ulaşıyoruz. Bu da bir krater gölü. Suyunun, tuz ve mineral yönünden çok zengin olduğunu ve Karapınar Belediyesi’nin sadece TODEG grubuna sağladığı kabin ve duş olanağı sayesinde gölde rahatlıkla yüzülebildiğini öğreniyoruz. Yüzmeyi tercih eden katılımcılarımızın yanı sıra, ayaklarımızı suya sokarak neredeyse tuzlu suyla yarı duş alıyoruz. Etraf sakin, su dinlendirici.. Maalesef gün batımına kalamadan gölden ayrılıyor ve Konya Ereğli’ sine doğru yola koyuluyoruz. Kısa bir yolculuktan sonra Şeker Fabrikası’nın misafirhanesine ulaşıyoruz. Rahatlıkla kalınabilecek bir konfora sahip odalarımıza yerleşiyoruz. Uyumadan önce misafirhane bahçesine iniyoruz. Taze çaylarımızı içerken bazı katılımcı arkadaşlarımızla sohbet ediyoruz. Hemen yanda bir ağaç gözüme ilişiyor. Işıkta,  bembeyaz açmış gibi görünen bir ağaç. Sedat Bey’e soruyorum ne ağacı diye. Sumak Ağacı diyor. Çok heyecanlanıyorum. Neredeyse her öğün soframda tükettiğim sumak’ın bu denli zarif görünümüne hayran kalıyorum. Sabah kalkıp baktığımda dallarında yeşil yapraktan çok pembe püsküller halinde kendini salıvermiş bir oya yumağıyla karşılaşıyorum. Bu ağaç da bu yöreye ait imiş, daha sonra Ereğli Caddelerinin refüjlerinde bol miktarda görüyorum Sumak Ağacı’nı..

 Misafirhaneden ayrılıp Ergenekon Parkı’na kahvaltıya gidiyoruz. Gayet güzel bir park. Nefis gözleme çeşitlerinin hazırlandığı ve çayın semaver yerine çaydanlıklarda yer aldığı masalarımıza oturuyoruz. Yine Murat Bey’in aile çevresi bize ev sahipliği yapıyor, tüm güler yüzlülüğü ve konukseverliğiyle.. Klasik gözleme çeşitleri yanı sıra semizotlu gözlemenin enfes tadına varıyoruz. Malum yöre unu ile yapılmış pidelerimizi, yine Ereğli’nin tulum peyniriyle şenlendiriyoruz. Bardak bardak içtiğimiz nefis çayın ardından yediğimiz tulum peynirinden satın almak üzere sipariş vererek masalarımızdan kalkıyoruz.

 Bu kez rehberimiz Murat Bey’in ağabeyi, Ereğli’de ikamet eden edebiyat öğretmeni İsmet Alan Bey. Bizi, at yetiştirilen bir çiftliğe götürüyor. Yarış atı olarak yetiştirilen İngiliz ve Arap atlarını görüyoruz. Kendi iç özgürlükleriyle dolaşan, seyisin gel gel demesiyle özgürce koşup gelen atlar.. Sağlıklı görünümlerinin yanı sıra insana özgürlük ve huzur aşılayan bir duruşları var. Bakıyoruz ileride koyunlar.. Yanlarına sokulmak istiyoruz, bir bir bir.. derken hepsi çitten atlayıp bizlerden uzaklaşmayı tercih ediyorlar.. Sürüm nerede, ben de orada der gibi…

 Çiftlik yolu boyunca sağlı sollu meyve bahçelerini görüyoruz. Bolca kiraz ağacı, hem de yörenin meşhur beyaz kirazından. Armut, elma ağaçları. Aşılı olduklarını bilmemize rağmen dalından koparıp birer ısırık alıyoruz.

 Tekrar yollara düşüyoruz. Bu arada gezi programını uygulayan TODEG sorumlularının dakik davranmaları dikkatimizi çekiyor, saygı duyuyoruz.

 Sıra İvriz Beldesi’nde.. Piknik alanı diyebileceğim yere varmadan önce İvriz Köy Enstitüsü binalarını görüyoruz. Bu binaların yapımı sırasında öğrencilerin taş taşıdığını, birlikte harç kardığını, kendi eğitim ve öğretim yuvalarını kendilerinin oluşturduğunu İsmet Bey’in anlatımlarından öğreniyoruz. Bu yapılar,  terkedilmiş binalar olarak yerlerinde duruyor. Binaları yıkmak için gelen buldozerler, binaları sağlamlığından dolayı yıkamamış. Oldukça büyük bir alan içinde yer alan Köy Enstitüsü’ne ait bu toprakların Millî Emlak Müdürlüğü tarafından satın alındığını öğreniyoruz. Şanslı katılımcılarız ki okul bahçesinde toplanmış bir kalabalığa rastlıyoruz. Ve öğreniyoruz ki okullarının 70. kuruluş yıldönümünü kutlamak üzere bir araya gelmiş yıllar öncesinin kurucu öğrencileri, mezun olan öğretmenleri… 1941 yılında kurdukları okullarının sırasında oturan, bahçesine fidan diken, harç karan öğrencileri… Gururları hüzne karışmış ama sahiplenici yönlerini elden bırakmayan fedakâr öğrencileri…

 Sedat Bey’in anlatımıyla; okullarımızda sadece öğretim amacına indirgenen eğitim ve öğretim amacının, temelleri 1940 yılında atılan sadece bu Köy Enstitü’lerinde uygulanabildiğini anımsıyoruz. Ve buradan yetişerek mezun olan binlerce öğretmenin birer birey olarak hayata atıldıklarını ve başta edebiyat olmak üzere nice alanlardaki saygın katkılarını bir kez daha hüzünle hatırlıyoruz.    

 Emekçi öğretmenlerimizi geride bırakarak İvriz’e geliyoruz. Fotoğrafa bakıyoruz, yayvan çanağa yerleşmiş doğadan bir kesit. Suyunun buz gibi olduğunu öğrendiğimiz bir nehir pınarından kaynıyor, giderek sesini yükselterek bir çağlayan gibi güldür güldür kendi yatağında kıvrıla kıvrıla akıp gidiyor. Avuç avuç içiyoruz sudan, kana kana. Başımızı kaldırdığımızda bir dilek ağacı görüyoruz. Dallarına çaputtan tutun poşete kadar tutuşturulan dilek çubukları. Suyun gücünün insana verdiği bu minnet duygusu etkiliyor beni. Yürüyerek ilerliyoruz su yatağı boyunca. Giderek suyun sesi yükseliyor. O anda hiç kimse konuşmasa da sadece suyun sesini dinleyebilsem diye hayıflanıyorum içimden...

 Suyun iki yanında piknik yapan insanlar görüyoruz. Hem de ne piknik. Piknik masasında değil, yerde, kilimlerin üzerinde. Oturduğunda insana toprağı hissettirecek tatta bir piknik… Minicik yöre pazarına rastlıyoruz. Pazarda satmak üzere ürünlerini çuvallar içinde getiren köy kadınlarını görüyoruz. Nefis beyaz kiraz, kırmızı kiraz, kayısı, ceviz, cevizli sucuğu anımsatan pestilden yapılmış bir meyve kurusu… Bir tarafta saçta yapılan gözlemelerin yaydığı nefis koku, bir tarafta minnacık bir taş köprü… Ve o köprünün altından akarak giden suyun gücü.. Yürüme alanının sonunda tarihi İvriz kabartmalarını görüyoruz, oldukça etkileyici. Kocaman bir ceviz ağacının altına oturup kabartmaya bakıyorum. Tuana kralı, Bereket Tanrısı’nın önünde minnet duygusuyla eğilmiş, bu bereketli topraklarda yaşamalarına izin verdiği için…

 Saat 14.00’de öğle yemeği için kır lokantamıza gidiyoruz. Masalarımız hazır. Nefis ızgara alabalıklarımızı yiyoruz, manda sütüyle yapılmış lezzetli yoğurdu eşliğinde. Suyun sesi, yemek müziğimiz oluyor. Dünyanın en harika orkestrasına sahip doğa, bu kez İvriz Beldesi’nde bize ev sahipliği yapıyor..

 Maalesef dönüş için kalkıyoruz. Pazar alışverişinden sonra Ereğli’ye dönüp sabah sipariş ettiğimiz tulum peynirlerini ve yoğurtları alıyoruz. İsmet Bey, Türkiye’nin süt ürünleri ihtiyacının % 30’unu Ereğli’nin karşıladığını söylüyor. Karapınar erozyon sahasının pintiliğine inat, sanki komşu ilçe Ereğli doğal verimliliğini lezzete dönüştürmüş…

Ankara’ya doğru yola koyuluyoruz. Katılımcı bir arkadaşımızın keyifli şarkı, türkü ve esprileriyle veda ediyoruz İvriz’e, Ereğli’ye, Karapınar’a, Meke Gölü’ne, Musa Ceyhan’a, Hasan Dağı’na ve Tuz Gölü’ne…

 Gezi boyunca bize rehberlik eden TODEG mensubu Sedat ve Murat Bey’lere bir kez daha teşekkür ediyorum. Amatör ruhları, saygın ve samimi kişiliklerinin katkılarıyla; bu gezimiz, bir doğa gezisinden öte kültür gezisine dönüştü. Ayrıca gezi boyunca rehberlik yapan şahısların o yöre insanı ya da o yöreyi tanıyan şahıslardan oluşması çok yerinde ve güzel bir uygulama, TODEG Grubunu kutluyorum.

Koşullarım elverdiği sürece katılmak istediğim doğa gezilerini bundan böyle yalnızca TODEG sorumluluğunda gerçekleştirmek istediğimi belirtmek istiyorum.

 

 Saygı ve sevgilerimle,

Hanife YURTSEVEN

1 Temmuz 2011, Cuma 

notlar

Etkinliklerimize ilişkin duyuru almak isterseniz adreslerimiz:

http://groups.google.com/group/todeg-duyuru

eko.tur@gmail.com

        ANKARA 2008