listeye dön

   


                          BİR KEÇİBOYNUZU TURUNDAN İZLENİMLER

                                                              Güngör ERÇİL

Sabah 07.30’da yola çıktığımızda 25 doğasever ekoturizm gerillası çocuklar gibi (biraz mahmur da olsa) şendik. Gerilla gibiydik, çünkü, düzenli ordu (tur operatörleri) henüz meydanda yoktu. Öncüydük, daha önce hiç gidilmemişti. Donanımlıydık, katılımcıların çantalarındakileri topladığımızda her şarta uygun teçhizatımız mevcuttu; profesyonel fotoğraf ekipmanı dahil.

Ruhumuzun donanımı daha yüksekti. Öyle ki, aramızda ayıları seven ve bir ayıyla evlenebileceğini kahramanca ilan eden bir arkadaşımız bile vardı. Her şeye şaşarak bakabilmemizi mümkün kılan pedagojik ilgimizin dorukta olması asıl ruhsal donanımımızdı. Düzenleyicilerimiz, turun sonunda çürük domates saldırısına uğrama ihtimalini akıllarından geçirdikleri için gizlice utandılar herhalde.

Kim tutabilirdi böyle yüksek ruh ve donanım sahibi bir ekibi. Nitekim tutulmadık; imanımız ve direncimizle, bir gün içinde 800 kilometre civarında yolu toplamı 14 saat kadar tutan bir yolculukla geçtik. Çok da konforlu sayılamayan ve Kaptanımızın kullanma tarzı zaman zaman herkesin yüreğini hoplatan bir midibüsle üstelik.

İlk bozguncu bendim sanırım: zihninde “Keçiboynuzu Turu” ismi çağrışan düşük imanlıydım gruptaki. Bir göl için 800 kilometre yol gidilir miydi! Henüz yolun ikinci saatiydi üstelik. Rotamızın önemli bölümünün 25 yıldır gidip geldiğim yol olmasındandı herhalde. Ama, döndükten sonra, bir dirhem bal için bir yığın odunu yeme emeğini harcamış olmamızı kutsamanın daha yerinde bir yaklaşım olduğuna karar verdim.

Asıl hedefimiz Karapınar’a vardığımızda kahraman bir ordu gibi karşılanmanın ne olduğunu gördük. Acıgöl’deki yarım saatlik yüzme programımız için Belediye seferber olmuş, portatif kabin, tuvalet gibi olağanüstü hazırlıklar yapılmıştı. Bunun karşısında yüzme programını iptal etmeyi önerenleri esefle kınıyorum. Neyse ki öyle bir şey yapılmadı. Ayrıca, böyle karşılanan ordunun kumandanlarına Karapınar için bir şey yapmanın boyun borcu olduğunu da hatırlatırım.

Doğaya karışmak ülküsüyle yola çıkmış grubun bozguncusu, bu satırların yazarı Karapınar’da gördüğü çöl ortasında vahanın tarihi ve haline dair bilgilerden sonra devlet, yurdum insanı ve küresel-neoliberal dalganın Karapınar çölündeki resmi üzerine düşünmekten kendini alamadı.

1950’lerin sonunda rüzgar erezyonunun yeryüzünden silmek üzere olduğu Karapınar halkının, dirayetli bürokratın ve (tam sosyal olamasa da) kalkınmacı devletin, onca yoksulluk içinde yarattığı 130 bin dönümlük vahanın piyasa ekonomisi devleti zamanında yok olmaya yüz tutmuşluğuydu Karapınar’da gördüğümüz. Devlet onca çabayla, insan emeğiyle, parayla kurulmuş olanı geliştirmek bir yana mevcudunu korumaya bile çaba harcamıyordu.

İş, son 10-15 yıldır çok moda olduğu üzre TEMA’ya kalmıştı; ama, TEMA’dan kayda değer bir işaret yoktu ortada. Ortada olan, tam da günümüz devletini tanımlamak için kullanılan “güvenlik devleti” kavramının somut gerçekliğini gösterircesine, güvenlik güçleri- Jandarma’ydı. Memleketimizin hal-i pür melalinin daha ne kadar orduyu en güvenilir kurum olarak göstereceğini görmek için Karapınar’a gidip Şehri çepeçevre kuşatan “Jandarma Hatıra Ormanları”nı görmek yeterli; 40 yıllık Karapınar Erezyon Önleme Projesi ölmeye yatmışken.

Gözümdeki en hoş enstantanelerden biri: Belediye’nin sabahın sekizinde kurduğu soyunma kabinleri soyunmamızdan 10 dakika sonra rüzgarın azizliğine uğrayıp tersyüz olduğunda doğasever gerilla grubumuzun aklından geçen ilk düşünce: Ya 10 dakika önce olsa doğaya karşı çırılçıplak kalsaydık: Ne vahim, ne vahim!

Doğaya dönüş yolculuğumuzda, çok klimalı midibüs, dijital kamera vb. eskitmemiz; pastörize ayranlarımızı terk etmek için çok çalışmamız lazım çok.


 

   

ANKARA 2008