|
|
KÜRE DAĞI’NDA KÜRESEL BİR GEZİ YA DA İĞNEDEN ÇUVALDIZA
Güngör Erçil
Otuz civarında kişi, toplamı 40 saati bulan Küre Dağı Milli Parkı
gezisini tamamladık. Herkes ne düşünür bilmiyorum ama, katıldığım bu
ikinci geziden de hem ciddi keyif aldım, hem de keyfim kaçtı. Bu yazıyı
biraz da gezi sorumlularından Murat Alan’a borçluluk duyduğum için
yazıyorum. Umarım, “yazmaz olsaydın” dedirtmez. Düşünüyorum da, yerinde
olsam soğukkanlı kalamayacağım ne çok şeyle karşılaştı 40 saat içinde;
ama, yüzünden o güleç tebessüm silinmedi, kahkahaları eksilmedi. Hemen
söylemeliyim; aldığım keyif, nihayetinde bu işi organize edenlerin çaba
ve emeklerine dayanıyor; keyfimi kaçıran kendi kafam.
Keyif aldım; çünkü, “doğayla bütünleşme” gibi abartılı romantik bir
gözlükle bakmasam da, sonuç olarak ülkenin en güzel ormanlarından
birinde bir günü aşan zaman geçirdim; yıllardır sevdiğim ormanın ne
olduğunu biraz daha yakından öğrendim; yolculuk gibi güzel bir şeyi
tanıdığım-tanımadığım insanlarla paylaştım; zorunlu olmadığım bir
zorlanmayı isteyerek yaşadım-bedenlerimizi oldukça zorlayan anları vardı
gezinin.
Keyfimi kaçıran kafamda yer eden çuvaldızlardan başlarsam;
organizasyonda yolculukla ve zaman kullanımıyla ilgili ufak tefek
aksamalar vardı; bence çok da önemli olmayan. Geziye mümkün olduğunca
çok şeyi sığdırma isteği çok anlaşılır bir şey; ama bunu, zaten günlük
yaşamımızı onulmaz biçimde işgal etmiş, çağımızın “hız” duygusunu
yeniden üreten bir şeye döndürmemek daha doğru geliyor.
Göknarların, endüstrinin ihtiyaçlarına cevap vermek için büyüme telaşı
içinde olduklarını hiç sanmıyorum. Ormandaysak, göknar gibi hissetmenin
nasıl bir şey olduğunu anlamayı denemeliyiz; bir günlük sınırlar içinde
kalan zamanlarda da olsa. Hedefe güdülenmiş değil, bir süreç olarak
tasarlanan geziler doğanın mantığına daha uygun olmaz mı? Bu mantıkla
mesela, Ilgarini mağarasına diye başladığımız yürüyüşün ortasında
rehber-sorumlularımız “Arkadaşlar, yürüyüşün gidişatı mağaraya ulaşmaya
çabalamayı anlamsız hale getirdi, yerimizde oturup hiç konuşmadan 4 saat
ormanın sesini dinleyeceğiz.” deseler ne olurdu?
İğnelere geçersek buradan: Eskaza, yukarıdaki gibi bir cümle edilmiş
olsaydı, sanırım, şu ana kadar Site’de, hemen tamamı “bilinçli tüketici”
olan 30 kişilik ekoturist grubumuzdan gelen epeyce protesto ‘izlenim’i
yayınlanmış olurdu. Küreselleşme çağında, bir (yarı) endüstri toplumunun
orta sınıf bireyleri olarak bizden de bu beklenir değil mi! Doğadan
kopmanın 5 bin yıllık tarihinin bilincine sahip uygarlığımızın doğaya
dönüş yolunda, “bilinçli tüketici” önemli bir etaptır ne de olsa. Son
zamanlarda tüketici haklarına saygılı olmayı şiar edinmiş devletimiz de
bunu beklerdi bizden. Tüketimlerimiz konusunda bu kadar bilinçliyiz de;
ben dahil, katılımcı grubumuz gezi boyunca söylediğimiz epeyce türkünün
çok azının sözlerini hatasız ya da eksiksiz biliyordu; ama olsun,
türküleri bilmek zorunlu değil bilinçli tüketici olmak için.
Buraya kadar, geziden sonra kafamda beliren, geziyi organize
edenler-gezi sorumluları kim; katılımcı olarak biz kimiz sorularına
bulmaya çalıştığım cevapları biraz anlatabildim sanıyorum. Biraz daha
açık söylersem, yöntem-yaklaşımına katılalım katılmayalım, ne olursa
olsun; mesleğine sadece memur olarak bakmayan, meslekleri dolayısıyla
sahip oldukları bilgiyi-birikimi, kar-toplumsal statü-mevki vb.
beklemeksizin, ruhta amatörce ama organizasyon açısından oldukça
profesyonelce kullanarak; kamusal-toplumsal güdülerle ve bir gezi
organizasyonunun somut gerekleri açısından baktığımızda ciddi bir emek
harcayarak bu işi kotaran bir grup insan. Organizasyon sorumluluğu
olmayan Ahmet Bey’in, emekliliğe vardığında kaybetmediği ilgiyle
biriktirdiklerini aktarmadaki incelikli maharetini anmadan geçersem,
borçlu kalacağım; hem kendisine, hem yazıda payı olan bir arkadaşıma.
Katılımcılar olarak kendi profilimizi biraz da sert bir dille ifade
edersem: beklediği konfordaki en ufak aksamaların hesabını soran,
‘bilinçli tüketici’nin meta mantığının insanı olduğunu bilmeyen,
katıldığı gezinin meta mantığı dışında bir şeyler aradığını kavramayan,
kafası “homo homini lupus”la biçimlenmiş insanın çevreye gösterdiği ilgi
ve saygının modaya uygun yapmacık ve kof bir tutum olduğunu içten içe
sezen, ama aldırmayan bir grup yurdum-gezegenim insanı.
Biraz da gezinin küresel yanından bahsedersem, epeyce toparlanmış olur.
Yazıyı düşünmeye başladığımda, aklıma ilk, başlığının “Çağ Atlayan Küre
Dağları” gibi bir şey olması gelmişti; terimin göndermesinin sertliği
nedeniyle yapmadım. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Küre Dağları
Ekoturizm küçük destek projesini görmek için gittiğimiz Zümrüt Köyü’nde
gördüğüm(üz) memleket manzaralarıydı; insana dair, orman içre,
postmodern.
Benim bildiğim toplumsal sınıflandırmalardan biri, toplumları (...)
tarım toplumu, sanayi toplumu, sanayi-sonrası toplum olarak tanımlar.
Sanayi sonrası toplum denilen şeyin belirgin özelliği de hizmet
sektörünün ekonomi içindeki payının büyümüşlüğüdür. Bu da insanın
barınabildiği, karnının doyduğu; sonrasında, güzel şarap içmeyi, iyi
film izlemeyi, dünyanın değişik yerlerinde -ekoturist olarak da- tatil
yapmayı hayal etmekten öteye geçip, gerçekleştirebildiği bir toplumsal
hayatı ifade ediyor. Zümrüt Köyü, sanayi sonrası toplumun köyü olmaya
hazırlanıyordu, gördük. Ama Zümrüt, sanayi toplumunun ne demek olduğunu,
uzaktan izleyerek, daha yakından izlemek isteyenleri İstanbul’a
göndererek görmüş; yaşamamış, atlamıştı. Şimdi, hizmetler sektörünün
büyüdüğü postmodern–postendüstriyel zamanların ekoturistlerinin
hizmetkarı olmaya hazırlanıyor.
Çağ atlamak, denirse buna denir. Üstüne, bu çağ atlayıcılar, büyük
çoğunluğuyla Türkiye’nin tarım toplumu zamanlarının insanları, sanayi
toplumunun uzaktan izleyicileri; yaşları ilerlemiş. Korkarım onlar, bir
zamanlar uzaktan izlemekle kalıp, yakından izlemeye İstanbul’a
gönderdikleri, sanayi toplumuna varoşlardan bulaşmış birilerinin izinden
gidecekler; gene kendi yerlerinde kalarak. Evlerinin mahremiyetinin
yarısını, İstanbul’un, otomobillerine, “Kazmayım, ama para bende”
yazdıran yontulmamışlarına terk ederek..
İç karartıcı denilebilecek bu satırlardan sonra, bugünün gençliğine
bakışımı biraz değiştiren, içime biraz geleceğe dair ferahlık serpen
liseli genç Onur’dan bahsetmeden geçemeyeceğim. Fobisine sahip olduğum
yılanı yakalama sevdasını daha ormana adım attığımız andan itibaren açık
eden, dönüş yolunda biraz yakından dinlediğimde, yılan yakalamanın
algıladığımdan epeyce farklı olduğunu gösteren, sadece merakla inceleyip
serbest bıraktığını deneyimleriyle anlatan (Belki de, sayesinde 40
yıllık fobimle daha barışık olabilirim.); akranlarına epeyce yabancı bir
ilgiyle (hobi demek haksızlık olur) katıldığı flamingo halkalama işinin
sırlarını öğreten; zamanının vasatı içinde iflah olmaz bir hayat
yaşamaya aday Onur’u tanımak cidden iç açıcıydı.
Kaldığımız tesisin sahibinin on yıl sonrası üzerine, gecenin ilerleyen
saatlerinde ayakta olanlarla kurduğumuz fantezileri yazmak isterdim ama,
yazının, uzunluğu nedeniyle Site’ye konulmayacağını duymak istemem. İşi
sosyolojik çözümlemeye döndürmeden, yazıyı rüyasında görüp, adını
internet taramalarında görmek istemeyen arkadaşımın dileğini ifade
ederek bitireyim: “N’olur, Zümrüt Köyü’nün insanlarını köşedönücü haline
getirmesinler.”
Sevgiyle...
|
|
|