TÜRKİYE ORMANCILAR DERNEĞİ 

   ekoturizmgrubu

 

ana sayfa 

   

 

Makaleler

 

 

Başka Bir Karagöl

Dr. Süleyman ALKAN

D.K. Ormancılık Araştırma Müdürlüğü-TRABZON

Türkiye Ormancılar Derneği Ekoturizm Grubu (TODEG) tarafından gerçekleştirilen “Orman Ekosistemlerinde Ekoturizm” konulu çalıştay geçtiğimiz günlerde Ankara’da yapıldı. Ekoturizmin tüm yönlerinin tartışıldığı iki yoğun günün ardından üçüncü gün, Çubuk Karagöl’e bir doğa yürüyüşü gerçekleştirildi.

Uzun yıllar boyunca genellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bu tür etkinliklere sıkça katılan birisi olarak, farklı bir coğrafyada yürümek benim için ilginç olacaktı. Yağmurlu bir Ankara sabahına uyandığımda etkinliğin iptal edilebileceğini düşündüm bir an. Fakat korktuğum olmadı. Arkadaşlar bu faaliyeti yaptırmaya kararlıydı. Buluşma noktasına vardığımda sırt çantaları ile bekleyen güleç yüzlü insanlarla selamlaşıp, bizi bekleyen araca yerleştik.

Yola koyulduktan hemen sonra etkinlik sorumlusu tarafından bilgilendirildik. Şehir büyük olunca içinden çıkılması da zor oluyor. Camdan hızla akıp geçen evler, dükkânlar, araçlar, koşuşturan insanlar… Hiç bitmeyecekmiş gibi… Neyse ki bir süre sonra evler azalmaya, yeşilin hâkimiyeti artmaya başladı. Bir ara araç durdu. “Karşıda gördüğünüz geniş ovada…” diye başlayan açıklama, Ankara Savaşı’nın tüm yönleri hakkında bilgilenmemizi sağladı.

Daralarak kıvrılmaya başlayan yollar, beyaza boyanmış kerpiç evler, ekilmiş tarlalar, sürülmüş meyve bahçeleri artık şehirden çıktığımızın göstergesiydi. Yol üzerindeki Kışlacık Köyü’ne uğrayıp soluklandık. Öğlen yemeği için yanımıza alacağımız gözlemeleri çantalarımıza yerleştirirken dönüşümüzde gözleme ve ayran sözü almayı da ihmal etmedik.

Bir süre sonra Karagöl’deydik. Sularının koyu renkli olmasından mıdır, yoksa derinliklerinden ürkülmesinden midir bilinmez ama nedense bu tür göllere genellikle “Karagöl” adı veriliyor. Doğal güzellik olarak şanslıydı, alımlıydı, şirindi. Ama büyük bir şanssızlığı vardı ki o da, koca bir şehrin sayılı soluk alma noktalarından birisi olmasıydı. Vaktin henüz erken olmasına karşın topluca atlanan ipler çevrilmeye, mangallardan dumanlar tütmeye, plastik topların ardından koşulmaya çoktan başlanmıştı bile. Tüm bu hengâme arasında Karagöl, sırtına yüklenen bu ağır yükün altında ezilmiş, yorgun ve çaresiz, ziyaretçilerini izliyordu.

Araçtan ayrılarak ıslak otlar arasından kıvrılan; kozalak, yaprak ve ince dal parçaları ile kaplı yoldan tırmanmaya başladık. Karagöl’ü ve vadiyi gören hâkim bir noktada soluklandık bir süre. Doğal kaynakların kullanımına dair görüşler beyan edildi. Grupta farklı disiplinlerde uzmanlaşmış kişiler olmasının, bu tür etkinlikleri sıradan bir yürüyüş olmaktan çıkartıp, uygulamalı doğa eğitimi havasına soktuğuna bir kez daha tanık oldum. Doğrusu da bu değil miydi zaten? Korumak için önce tanımak gerekmez miydi? Yakın tanıdıklarımızın yaşadıkları olumsuzluklardan daha fazla endişe duyar, onları koruma çabası içinde olmaz mıyız hep? 

Kırmızı orman karıncaları, doğal kaynakların kullanımı, söğütte tetar işletmeciliği, sulak alanlar, yaban hayatı, yayla kullanımları ve yaylacılık, ülkenin tarım ve ormancılık politikaları, bitkiler ve bitki sosyolojisi, tıbbı bitkiler, kullanma koruma dengeleri gibi konularda fikirler beyan edildi. Etkinlik, çalıştayın arazide uygulamaya dönük devamı gibiydi.  

Yürürken yol kenarında bir hemşehrime rastlamam ilginç oldu. Yabani fındıkla (Corylus avellana) yüzlerce kilometre uzakta karşılaşmaktan mutlu oldum. Bir başka kadim dost ve sadık hemşehrim olan sis de hiç yalnız bırakmadı bizi. Fazla yaklaşmadı, aşağılara inip bizi kuşatmadı, sürekli tepelerde dolaştı ama “ben buradayım” dercesine gözü hep üzerimizde oldu.

Kışlacık Yaylası’na vardığımızda hayal kırıklığına uğradım doğrusu. Kullanılır durumda hiç yayla evi kalmamıştı. Karşı yamaçta sadece birkaç büyükbaş hayvan otlasa da, bu terk edilmişlik, ülkemizde hayvancılığın durumu konusunda fikir vermekteydi. Yine kıyas yapasım tuttu. Memleketimin çok katlı evler, her evin kapısına gitmek zorundaymış gibi araç yollarıyla işgal edilen bazı yaylalarını düşündüm. Olabildiğince beton, alabildiğince çirkin... Üstelik yeterince hayvansal üretim de yapılmayan yaylalarımı… Tercih etmem gerekirse diye geçti içimden. Sonra saçma geldi bana iki kötüden birini seçmek. Bir orta yol bulunabilirdi.

Sere serpe uzandık yaylanın artık otlatılmayan çimenine. Çantalarımızda yol boyu burnumuzun direğini sızlatan kokular yaymış gözlemeler de serildi önümüze. Hava da güzel. Daha ne ister ki insan…

Arazi yapısı, bitki örtüsü, iklim, mimari, kültürel yapı, bölgeler arasında farklı olsa da doğanın bize sunacağı çok şey vardır. Bizim de ondan öğreneceğimiz… Memleketimin onca karagölünün ardından şimdi de Çubuk Karagöl’deyim. Hiç yabancılık çekmiyorum. Sorunlar benzer, insanım burada da misafirperver, katılımcılar burada da aynı gerekçelerle doğadalar. Bu tür faaliyetlerin yaygınlaşmasının; insanların doğayı, halkını, kültürünü kısacası kendisini daha iyi tanımasına katkısı yadsınamaz. Yeter ki gruplar bir amaç etrafında birleştirilip, süreç iyi yönetilebilsin.   

Dönüşte farklı bir yoldan tekrar Karagöl’e vardık. Sonra da bizi bekleyen; gözleme, ayran, peynir, altın sarılı köy yumurtası, taze soğanla bezenmiş geleneksel köy sofrasına… Sanki öğlende onca gözlemeyi yiyen biz değilmişiz gibi yine taarruz halindeyiz. Ardından da çay… Sıcak sohbet eşliğinde… Günün en keyifli anı. Şehre dönmesek mi ne?

Teşekkürler TODEG. Bizim karagöllere de bekleriz.

 

Makaleler
 

   

ANKARA 2008